30 Ekim 2013 Çarşamba

Bursa Festivali İzlenimleri/Firuze Engin

Bu yıl, Uluslararası Çocuk ve Gençlik Tiyatroları Festivali için Bursa’da gerçekleşen 18.buluşmayı  bir hafta boyunca takip etme olanağı buldum.  Festivalden geriye kalan izlenimlerimi, orada tuttuğum günlükten özetle aktarmak isterim.  


21 EKİM PAZARTESİ
Maalesef Bursa’ya akşam üstü vararak, festivalin açılış gösterilerini Kerem Eser ve Simone Romano’yu kaçırmış olduk. Akşam yemeğinden sonra yapılan ilk değerlendirme toplantısında, her iki sanatçın gösteri anlayışları ve gösterilerinin özellikleri üzerine konuşuldu. 

22 EKİM SALI
 Festivalin kapalı salon temsilleri Moldova’dan Izvarasul  Vesel Tiyatrosu ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları ve Tiyatro Tempo ile başladı. 

Moldova ekibi “Dede ve Turna” isimli yerel bir masalı sahneliyordu. Çuvaldan patiskadan dekoru, el bezinden ve iplik saçlı, tığ işiyle giydirilmiş kuklaları, geleneksel Moldov müzikleri ile sahiden balkan köyleri gibi bir tat bırakıyordu insanın damağında. Eser, bir halk masalı duygusunu her öğesinde barındırıyordu. Bu bakımdan oldukça özenli ve şirin bir oyundu. Oyunun şanssızlığı, temsil için seçilen salondu. Bir tiyatro sahnesi olarak tasarlanmadığı için bazı teknik özelliklerden yoksun olan bu salonun (Tekstil Müzesi) oyuncuları muzdarip ettiğini daha sonra kendilerinden de dinledik. Bunun dışında biz de temsil sırasında fark ettik ki , salonun dar ve uzun bir seyir yerine sahip olmasından ötürü, arkada oturan çocukların büyük bir kısmı göremediler ve sandalyelerinin üzerine çıkıp ayağa kalktılar. Oysa tam tersine, seyir yerinin ön sıralarındaki çocuklar büyük bir dikkatle oyunu izliyordu. Bu tecrübe bize, salonun seyirci kapasitesinin 100 civarı olmasının yeterli kriter olmadığını göstermiş oldu. Bu tür oyunların sahneleneceği salonlarda daha başka özellikler de aranmalı. 

Çocuk tiyatrosunda samimiyetin esas olduğu, kurulan dünyanın pahasının değil inandırıcılığının önemli olduğu sık sık dile getirilen bir konu. Bu el işi kukla oyunu, bu özellikleriyle festivalde izlediğimiz iyi örneklerden biriydi.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nın sahnelediği “Damlaların Dansı” ise meseleyi tam tersi bir açıdan düşünmeme neden oldu. Oyunun olağanca etkileyici atmosferi, Kara Tiyatro (Black Light) tekniğinin başarılı uygulaması, kukla tasarımı ve iyi kukla oynatımı herhalde tartışılmaz. Üstelik oyun metni, çocuklar için merak uyandırıcı bir meseleyi ele alıyordu. Bir su damlasının kimyasal olarak  (suya, su buharına, don tanesine) dönüşümünü… Ancak oyun biz seyircileri, oyun dünyasının etkili alanında bir türlü tutamıyordu. Kişisel olarak ilgim sık sık dağıldı ve sıkıldım. Aynı şeyi çocuk seyircide de hissettim. Öyküdeki “an”lar sahnelemede karşılığını bulamamış diyebilirim.  Bana kalırsa oyun, seyredende herhangi bir duygu izi bırakmıyordu. Çoğunlukla görsel dünyasıyla hatırlanacak bir eser olduğu fikrindeyim. Bu tür örnekler bende her zaman,  “çocuk tiyatrosunun öncelikleri nedir?” sorusunu yeniden uyandırır. Herkes ya da her tür için geçerli bir öncelik sıralaması yapabilir miyiz, elbette hayır. Ama oluşturulan atmosferin salt “tekniğin başarısı” ndan ibaret kalması önemli bir tehlike. Öncelik derken, sahne tekniğinin öykünün üzerine basması tehlikesinden mutlaka arınmak gerektiğini kast ediyorum.  Damlaların Dansı, teknik ve öykünün hemhal olabildiği, duygu dolu bir oyun olamamış ne yazık ki. Her ne kadar, oyun metni bunu çağırıyor olsa da…
Tiyatro Tempo’nun sahnelediği Uçmak Özgürlüktür, çocuk seyirciler ve festival konuklarının en sevdiği oyunlardan biri oldu. Hezarfen Ahmet Çelebi’nin uçma macerasının anlatıldığı oyunda farklı türde kuklalar bir arada kullanılıyor. Tiyatro Tempo, kukla tiyatrosu alanında ülkemizin en yetkin ve eski topluluklarından biri. Oyuna duyulan ilgide, kukla tekniklerindeki ustalığın büyük etkisi olduğunu düşünüyorum. Festival gözlemcilerinden Özlem hanım, okul öncesinde çocuklar daima şuna dikkat ettiklerini dile getirdi : Bir kurgudan diğerine nasıl geçildiğini çocuklar anlamamalı. Bu bakımdan, oyunun geçişlerini başarılı bulmuştu. Bir öykünün başlayınca daima akıcı olması gerektiği, kesintiye uğramaması ya da bu kesintilerin izleyiciyi oyundan koparmaması gerektiği üzerine düşündüm. Sanırım, bunda bir haklılık payı var. Episodlardan oluşan bir yapısı olsa bile, özellikle okul öncesi için sahnelenen bir oyun akışkan özellik taşımalı. Bunu kendime not ettim.  Yanı sıra, ekiple yapılan toplantıda oyun metninin Ahmet Önel tarafından defalarca yazıldığını, hatta yaş gruplarına göre oyunun iki ayrı versiyonunun sahnelendiğini de öğrendik. 

23 EKİM ÇARŞAMBA
Festival katılımcıları, oyunları aynı seansta ve bir arada izliyoruz. Çarşamba günü izlediğimiz ilk oyun Uçaneller Kuklaevi’nden “Yeşil Pingi’nin Masalı” ydı. Uçaneller Kuklaevi’nin bugüne kadar farklı kukla tekniklerinde başka başka oyunlarını izledik. Her zaman olduğu gibi kukla tasarımında incelikli bir dokunuş yakalamışlar. Atık malzemelerden ve plastikten kurulu Pingi’ler dünyasında, kuklalar da renkli çöp poşetlerinden yapılmış ve her bir karakter tasarımı bence ilgi çekiciydi. Ancak oyunun öyküsü, ‘ben ve öteki’ meselesine iyimser bir vurgu yapmak isterken, aslında yeni bir ‘ötekileştime’ vurgusunun içine düşme tehlikesi yaşıyor. Yeşil Pingi rengini değiştirmek istiyor çünkü etrafındaki herkes onunla ‘kurbağa kadar çirkin’ olduğunu söyleyerek dalga geçiyor. Yeni bir renk aramak üzere yola çıkan Pingi, kırmızının kızgın, mavi soğuk, sarının şımarık olduğunu keşfedip bu renklere dönüşmekten vazgeçiyor. Her ne kadar oyunun sonunda “herkesin kendi rengiyle kendine özgü” olduğu vurgulanmak istese de, renklere verilen bu olumsuz değerler bence bir tartışma konusu. Acaba ‘şu özelliği olumsuz’ demeden de renklerin kendine özgü oluşunu vurgulamak mümkün olamaz mıydı? Ancak diyalogları birbirini fazlasıyla tekrar ettiği için bana göre yer yer sıkıcılaşan oyunu, salon büyük bir dikkatle izledi. 

Öğleden sonra, Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu’ndan “Musahipzade ile Temaşa”yı izledik. B.G.S.T, beş yıldır kendi içinde özel olarak gençlik tiyatrosu alanında çalışan bir kol oluşturmuş durumda ve Musahipzade ile Temaşa, bu tür için hazırlanmış üçüncü oyunları. ‘Moliere Efendi’ ve ‘Selam Sana Sahakespeare’den sonra yine aynı izleği sürdürmüşler : Bir yazarın kendi döneminin toplumsal özellikleri içinde, eserleri ve kişisel dünyasını tanıtan oldukça hareketli bir oyun hazırlamışlar. Bu kez ele aldıkları yazar Musahipzade Celal. Daha önceki iki oyunlarıyla birlikte, bu oyun da hem neşeli hem de düşünsel olmayı becerebilen zevkli bir seyirlik. B.G.S.T gençlik tiyatrosu çalışmalarında çok iyi bir dramaturgi  çizgisi tutturmuş durumda. Bu bakımdan, ekibin sahneleme yöntemine ilgi duyuyorum. Kıvrak fikirler ve güçlü oyunculuk da oyunun dinamik olma niyetini besliyor. Gençlik Tiyatrosu alanında takip edilmeye değer bir ekip, genç ve yetişkin seyirciler için görülmeye değer bir oyun. Değerlendirme toplantısında, gençlik tiyatrosu uygulamalarındaki yöntemin, yazılı olarak paylaşılmasının (belki kitaplaşmasının) diğer tiyatro ekipleri ve bu alandaki düşünürler için faydalı olacağı üzerinde duruldu. Tiyatro Boğaziçi’nin, özellikle gençlik oyunlarında, seçtikleri iletinin ya da “alt metinlerin” kendisini hissettirmiyor, alttan alta düşünceye siniyor olması ilgimi çekiyor. Gençlik tiyatrosu uygulamalarında, bu konu önemli olmalı – bilhassa önemsenmeli diye düşündüm bu kez. Ne de olsa, az çok biliyoruz ki gençler toplumsal meselelere çok da ilgi duydukları yaşlarda olmalarına rağmen, kendilerine bir düşüncenin bas bas bağırılmasından hiç de hoşlanmazlar. Tabi söz konusu bu durum hem çocuk ve aynı zamanda yetişkin tiyatrosu için de geçerli. Ama Tiyatro Boğaziçi’nin oyunlarında, izleyici olarak bir şeyleri doğrudan duymak yerine durumlar üzerinden “kendimiz akıl edip yorumluyoruz” duygusuna kapılıyoruz. Gençlik oyunlarında metne ya da sahnelemeye yaklaşımın, bir kriter olarak bunu mutlaka esas almasını kenara not etmiş oldum. 

Musahipzade ile Temaşa, hem Geleneksel Türk Tiyatrosu özelliklerini kullandığı için hem de her bir oyuncunun sahne enerjisi fazlasıyla dinamik olduğu için, festivalin yabancı konuklarının –türkçe bilmemelerine rağmen-  ilgi duyduğu oyunlardan biri oldu.  

24 EKİM PERŞEMBE
Perşembe günü programında, iki düşündürücü temsil bekliyordu bizi.
Bunlardan ilki, İran’dan gelen Kotal Tiyatrosu’nun “Balaca Karabalık” hikayesiydi.  Yönetmen, Samed Behrengi’nin meşhur Küçük Karabalık öyküsünden yola çıkarak, çocuklar için özgün bir hikaye kurgulamış. Elbette hikaye, Küçük Karabalık’tan fazlasıyla iz taşıyor. Ancak bu özgün öyküde, tek başına yola çıkan “karabalık” bir kız çocuğu. Bulgaristan ekibinin yönetmeni Kotal Tiyatrosu’nun yönetmenine şöyle bir soru sordu : “Bizler çocuklara şiddeti gösterirken, kanı ve acımasızlığı gösterirken ne kadar ileri gidebiliriz? Bunun dozu nedir?” 

Kendi açımdan, oyunun bu dozu aştığını söyleyemem. Ancak bu soruyu uyandırması normaldi çünkü çok estetik semboller kullanılarak da olsa, ortaya epey karanlık bir dünya konmuştu ve bu dünya içinde “kan” bile vardı. Yönetmeni bu tercihleri açısından cesur buldum ve takdir ettim. Kendisi de soruyu şöyle yorumladı : “Ben de biliyorum Garfield, Tom ve Jerry gibi Barbie gibi daha sevimli şeyler var. Bir kedi bir fareyi kovalıyor ve gülüyoruz. Hoş bir etki bırakıyor. Ancak bunları sahnelemek istemem. Çocukla birlikte eve taşınacak bir duyguyu aramak isterim. Çocuk salondan çıktığında kendi hayatı içinde o hikayeyi taşıyor olmalıdır” Yönetmen Yaghoob Sadigh Jamali, İran’daki kız çocukların her birinin içinde hissettiği sıkışmışlık duygusunu esas alarak bir eser oluşturmak istemiş. Ben oyunun fazla sembolik olduğu, öyküsünün yeterince anlaşılmadığı düşüncesindeyim. Ancak, yanı sıra oldukça etkili anlara sahip; kesinlikle korku, endişe, acı, umut gibi duyguları güçlü hissettiren bir oyundu. 

Gürcistan’dan Kutaisi Tiyatrosu’nun sahnelediği “Don Juan” ise, bir başka düşündürücü soruyu masaya getiriyordu. “Herhangi bir şey anlatmak niyeti taşımayan bir oyun olabilir mi?” Temsil sonrası bir çok izleyicinin aklında şu vardı “Bu oyun ne anlatmak istiyor?” ya da bazıları birbirine şunu söylüyordu “Ben pek bir şey anlamadım”. Doğrusu ben de öyküyü baştan sona anlatabilecek durumda değildim. Ancak, hiçbir zaman, tiyatronun baştan sona anlatılabilecek bir öyküye sahip olması gerektiğini savunamam. Bazen, düşünmek değil sadece hissetmek üzerine kurulu oyunlar izleriz, izlediğimiz şeyi kelimelerle anlatamayız ama bizi baştan çıkarır. Eğer Don Juan bu niyeti taşıyorduysa, o denli etkili olamadı. Yok eğer, biraz olsun dramatik bir kurguyla örülmüşse, seyirci tam olarak bu örgüyü çözemedi.


25 EKİM CUMA
Günlüğüme not etmek için en hevesli olduğum işlerden biri Estonya’dan “Piip and Tuut Konserde” gösterisiydi. Ancak bir talihsizlik oldu ve festival katılımcıları, biraz program kargaşası biraz da Bursa trafiği yüzünden oyunun son 10 dakikasına yetişebildik. Haide Männamäe ve Toomas Tross ikilisi, iki haylaz palyaço olarak sahneye geliyorlar ve anladığım kadarıyla asıl niyetleri bir konser izlemek. Ancak kendilerini bir anda sahnede buluyorlar. Toomas Tross ile yıllar önce, yine bir Bursa Çocuk ve Gençlik Tiyatroları festivalinde, bu kez eğitimci olarak tanışmıştık. Katılımcılara, Clown (Modern Palyaçoluk) eğitimi vermişti. Bu alanda oldukça yetkin ve eğlenceli bir eğitmen olarak hatırlıyorum.  Son on dakikasında bile olsa, sahnede gördüğüm kadarıyla hayli komik de bir palyaço. Ancak bazen, gösterinin çok iyi olması temsilin de iyi olması için yeterli değildir. İkili, çok kalabalık bir seyirci grubuna oynamanın hezimetini yaşıyordu. Festival organizatörlerinin bu gibi örnekler yaşandığında çıkarması gereken sonuçlar  var. Örneğin “Piip ve Tuut Konserde” gibi, birebir seyirci ile temas eden interaktif gösteriler bu kadar geniş salonlarda böyle kalabalık bir seyirci grubuna oynanmamalıdır. Salonda oluşacak kaçınılmaz gürültü ve hareket yüzünden sanatçılar seyirci iletişimini kaybedip mutsuz olabiliyor. Ve yahut, seyircinin arka koltuklarda oturan bir kısmı sahnede olan hiçbir şeyi göremez ve duyamaz hale geliyor. Bu halde, örneğin 500 kişilik bir temsili “500 kişi izledi” diyebilir miyiz? “Biip ve Tuut Konserde” çok iyi bir gösteri olmasına rağmen, kötü bir temsildi, ne yazık ki!
Benim için günün, ve festivalin de, en zevkli işlerinden biri Tiyatro Tem’in “Böyle Devam Edemeyiz” oyunuydu. Ekibin Lahana Sarma oyunundan tanıdığımız Tavtati ve Dümteka adlı iki uşak, bu oyunda da başrolde. Daha doğrusu “Böyle Devam Edemeyiz” , “Lahana Sarma” hikayesinin kaldığı yerden, çok iştahlı hanımların yiyip yiyip“güm!” diye patladığı yerden devam ediyor. Neşe içinde özgürlüklerinin tadını çıkaran iki uşak, öyle çok eğleniyorlar ki gölge perdesinden dışarı uçuyorlar. Ve başlıyor bir “Perdeye geri dönme” macerası… 

Oyun aynı zamanda, festival katılımcıları için düzenlenen “Yapıcı Diyalog” isimli atölye çalışmasına konu olarak seçilmişti. Atölyede ‘Birbirini takdir ederek diyalog kurma’ yani ‘pozitif yaklaşım ile bir eseri tanıma’ üzerine çalışıldı. Tabi, bu atölye çalışması ve Tiyatro Tem’in “Geleneksele yaklaşım biçimi” kendi başına bir yazı konusu.   Ancak atölyede bilhassa üzerinde durulan ‘özgün soru sorma’ yöntemi önemliydi. Bu yöntemin örnekleri olarak, katılımcılardan “Böyle Devam Edemeyiz” oyununa bir çok soru yöneltildi. Toplamda edindiğimiz izlenim, bizi oyunda seyrettiklerimiz üzerine daha derin düşünmeye sevk etti.  Bir oyunun taşıdığı anlamların ve birden çok katmanı olan bir öykünün tüm katmanlarının  “sözle açıklanmaksızın” seyircinin belleğine ulaşması bakımından “Böyle Devam Edemeyiz” in nasıl başarılı bir oyun olduğunu fark etmiş olduk. Tiyatro Tem ekibi tarafından dile getirilen ‘oyunun niyetleri’ aslında temsil esnasında biz seyircilere yeterince ulaşmış görünüyordu. 

Festival süresince en çok konuşlan meselelerden biri de buydu. Bir oyunun tasarlanırken belirlenen niyetleri, her zaman sahne üzerinde gerçekleşemeyebilir. Bu halde seyirci yalnızca izlediği eserin ona ulaştırabildiği duygu ya da düşünceye sahiptir. Niyet, broşüründe yazıyla ya da daha sonra sözle kendisine iletilse bile, oyunun içinde belirmiyorsa seyirciye ulaşmış sayılmaz; yalnızca yaratıcıda kalmış demektir. Böyle Devam Edemeyiz, duygu ve düşüncesindeki niyetlerini seyirciyle buluşturabildiği için bu tartışmaların odağında olumlu bir örnek olarak anıldı.


26 EKİM CUMARTESİ
Bursa Festivali’nin benim için özel bir anısı da var. Elif Temuçin ve Erkan Uyanıksoy ile birlikte, çocuk ve gençlik tiyatrosu alanında çalışmalar yürüteceğimiz bir tiyatro ekibi kurmaya, izleyici olarak katıldığımız bir Bursa Festivali sonrası karar vermiştik. Tiyatromuzu kurduktan 7 yıl sonra, yine festival vesilesiyle tanıştığımız Tiyatro Batida ile ortak projemiz olan “Fil” in Türkiye prömiyerini, bu yıl ne güzel ki Bursa’da gerçekleştirdik. Soren Ovesen’in yazıp yönettiği Erkan Uyanıksoy ve Elif Temuçin’in oynadığı, iki ekibin (Tiyatro BeReZe- Tiyatro Batida) ortak projesi olan Fil, festivalden hemen önce Danimarka’da sahnelenmişti. Ayağımızın tozuyla Bursa’da gerçekleştirdiğimiz her iki temsil de bizim açımızdan oldukça keyifli ve verimli geçti. İlk kez bir gençlik oyunu sahneliyoruz ve bu nedenle genç izleyicilerin düşünceleri bizim için önemliydi. Hikaye, kendisini çok çok çok büyük zanneden bir sihirbazı tüm kibrine rağmen gönülden seven bir kadını ve sihirbazın gerçek büyüklük hakkında aslında hiçbir şey bilmediğini anlatıyor. Elbette hikayenin ana ekseninde bir kadın ve erkek olunca, meselenin kadın dünyası üzerinden değerlendirilmesi kaçınılmaz oluyor. Üstelik oyunun böyle bir katmanı yok diyemem. Ancak yine de genç seyircilerimizden gelen yorumların “sevgi” etrafında şekilleniyor olması, düşüncelerin öncelikle sevgiyle bağlantılı olarak dile getirilmesi bizler için memnun edici oldu.
**
Bursa Uluslararası Çocuk ve Gençlik Tiyatroları Festivali’nden notlarla dolu bir defter, çocuk tiyatrosu üzerine birçok farklı düşünceyle döndüm. Esas olarak, bir hafta süresinde sadece çocuk ve gençlik tiyatrosu üzerine konuştuğumuz ve örnekler izlediğimiz festival benim için neredeyse bir kamp gibiydi. Özel olarak önemli bulduğum şey ise, festivalden biz tiyatrocular kadar -hatta belki de daha fazla- beslenenlerin Bursa’lı çocuklar olması. Bursa’da 17 yıl önce festival oyunları izlemeye başlayan çocuklar bugün birer yetişkin – belki anne baba- oldular. Ve aralıksız her yıl devam eden festival, bir çok kuşaktan seyirciye seslenmeye devam ediyor. İki yaşındaki çocuğuyla beraber festivalin her oyununa geldiğini öğrendiğimiz bir anne “ne kadar sessiz ve dikkatli izliyor, inanamıyorum” dedi. Bence inanılmaz değil;  iyi bir tiyatro oyunu çocukların düş dünyasına armağan vermek gibi bir şey.  Bursa’lı çocuklar bu bakımdan kesinlikle şanslılar.
Ancak Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin uzun yıllardır böyle kıymetli bir festivale ev sahipliği yapmasına rağmen, henüz bir çocuk tiyatrosu sahnesi inşa etmemiş olmaması dikkate değer. Artık tüm dünyada çocuk tiyatrosu genellikle “gözgöze” seviyesinde, küçük salonlarda ve mümkün olduğunca az seyirciye yönelik –iletişim odaklı- yapılıyor. Çocuk ve Gençlik Tiyatrosu’nun Türkiye’deki kimi örneklerinde de bu tarzın izlerini, dahası olumlu sonuçlarını görüyoruz. Bursa Büyükşehir Belediyesi, çocuk tiyatrosunun duyduğu bu küçük salon ihtiyacını görebilmeli ve hem festival konukları için hem de yıl boyunca Bursa’da sahnelenecek çocuk oyunları için tam donanımlı bir oda çocuk tiyatrosu edinmeyi, bana kalırsa öncelikli hedef olarak seçmeli. Zira, her yıl olduğu gibi bu yıl da, bazı güzel oyunlar kendilerine uygun olmayan salonlarda ya da ihtiyaç duymadıkları kadar çok seyirciye temsil vermek zorunda kaldılar ve ne yazık ki seyirci ve oyun arasındaki iletişimde kopukluklar yaşadılar. Kanımca, Türkiye’nin en köklü Çocuk ve Gençlik Tiyatrosu Festivali’ne ev sahipliği yapan Bursa şehrinin, artık bir çocuk sahnesine ihtiyacı var.










Hiç yorum yok:

Yorum Gönder